Türklerin İslamiyeti Kabulü

 


TÜRKLERİN İSLAMİYETİ KABULÜ

Türklerin topluca İslamiyet’i din olarak kabulleri ve İslam medeniyeti dairesinde dahil olmaları, Türk tarihi açısından ve İslam tarihi açısından pek önemli bir dönüm noktası teşkil ettiği gibi, yüzyıllar boyunca ortaya çıkan değişik şekillerdeki tezahürleri(ortaya çıkma, belirme) dolayısıyla da Genel Dünya Tarihi’nin en mühim hadiselerinden birini oluşturur.

Eski Türklerin milli dinleri, Şaman denilen din adamlarına sahip oldukları düşüncesinden hareketle, bizce hatalı bir biçimde, çoğu zaman Şamanilik (Şamanizm) diye isimlendirilmiştir. Eski Türk dininin Gök-Tengri (Tanrı) inancına ulaştığını söyleyebiliriz. Türkler İslamiyet’i tanımadan önce Budizm, Zerdüştlük (Mecusilik), Maniheizm ve Hıristiyanlık, hatta Yahudilik gibi bazı dinleri de kabul etmişlerdir. Türkleri İslamiyet’i, çok küçük gruplar halindeki istisnaları hariç, bir millet bütünü olarak kabul etmişlerdir. Bu topluca kabul ediştir ki, çok defa Türk denince Müslüman, Müslüman denince de Türk’ün anlaşılmasına neden olmuştur.

Türklerin  İslamiyet’i, Müslüman Araplar vasıtasıyla tanımaları ve önceleri tek tek veya münferit gruplar halinde Müslüman olmaları, nihayet yüzbinleri aşan çadırlar halkının bir anda Allah’ın hidayetine ulaşmaları süreci, üç asrı geçen bir zaman diliminde gerçekleşmiştir.

1-Arapların Türkler Hakkındaki Bilgileri

Türklerle Arapların ilişkilerinin başlangıcı çok eski devirlere kadar geri gitmektedir. İlk yerleri olarak Kafkaslar bölgesini gösterebiliriz. Türklerle Arapların tanışmalarına imkan veren bir ilişki de, Arap Yarımadası’nın kuzey sınırında biri Sasanilere, diğeri Bizans’a bağlı tampon Arap devletçikleri , Hire ve Gassaniler vasıtasıyla olmuştur. Aynı şekilde İran’la Türklerin  İslam öncesinde yoğun  bir askeri ilişki içerisinde bulundukları da bilinmektedir. Bütün bunlar haricinde 604-628 yılları arasında Sasanilerle Bizans arasında yapılan uzun silahlı mücadelelerde Göktürkler, Hazarlar ve Avarlar faal roller oynamışlardır. Bu tarihi gelişmelerle Arapların yakından ilgilenmiş olmalarıysa bizzat Kur’an-ı Kerim’in şehadetiyle (Rum suresi,ayet 2-5) sabittir.

 Türklerle Arapların İslam öncesinde birbirini tanımalarının vasıtalarından birinin de ticaret olduğunu düşünmemiz mümkündür. (İpek Yolu)

Türklerle Arapların İslam öncesinde birbirlerini, belirli ölçüler içerisinde de olsa tanıdıklarının en önemli kanıtlarından biri olarak Cahiliye Dönemi bazı şairlerinden, şiirlerinde Türklerin askeri yönleri ve kahramanlıkları üzerinde durulmuş olmasını gösterebiliriz. VI. yüzyıldan itibaren takip edebildiğimiz çeşitli bilgiler yanında dikkat çeken diğer bir husus da , Arapça da Türkler için Cahiliye devrinden başlamak üzere daimi olarak “Türk” kelimesinin kullanılmış olmasıdır. Türk ismi 540 dolaylarında Göktürklerle beraber kullanılmıştır ve böylece Arapça, Türk kelimesinin en önce kullanıldığı dillerin başında yer almış olmaktadır. Hz. Peygamber’in Hendek Muharebesi (5/627)’nin hazırlıkları sırasında bir Türk Çadırı(Kutbetü Türkiyye)’ında istirahat etmesi, bu çadırların Medain’de olduğu gibi Arabistan’da da kullanılmakta olduğunu göstermektedir.

Türkleri konu edinen bazı hadislerin olduğunu çeşitli kaynaklardan öğreniyoruz. Birkaç örnek vermek gerekirse Peygamberimiz; “Siz, küçük gözlü, kırmızı yüzlü, basık burunlu, yüzleri örsle dövülmüş kalkana benzeyen Türklerle harp etmedikçe Kıyamet kopmayacaktır. Yine siz , kıldan ayakkabı giyen bir kavimle harp etmedikçe Kıyamet kopmayacaktır.” “Türk dilini öğreniniz. Zira onların uzun sürecek hakimiyetleri vardır.” Bir kısmı sağlam senetlerle Kütübü Sitte’de de yer alan bunlar ve benzeri hadislerin, hadisçilerce ciddi bir biçimde ele alınarak sıhhatleri konusunun açıklığa kovuşturulması gerekmektedir.

2-Türklerle Müslüman Arpların İlişkileri

Türklerle Arapların doğrudan ilişki içerisinde girmeleri ilk İslam fetih hareketleri sırasında gerçekleşmiştir. İslam orduları Kadisiye (635)’de İranlıları büyük bir hezimete uğratmıştı. Müteakiben vuku bulan Celula Harbi (637) ise Müslümanlara, Zağros dağları geçitlerine hakim olma imkanı vermişti. İran’ın kesin biçimde Müslümanların eline geçmesi ise Nihavent Savaşı (642)’yla gerçekleşecektir. Bunu müteakip Ceyhun nehrini geçen İslam ordusu komutanı Ahnef b. Kays, hiç beklemediği sırada kuvvetli bir mukavemetle, doğrudan doğruya Türklerle karşılaşmıştır. Nihavent’de İran ordularına komuta eden III.Yezdicerd’in son bir direniş için Türklerden yardım istemesiyle, Araplarla Türklerin tekrar ciddi bir biçimde karşı karşıya geldiklerini görüyoruz. Hızla gelişen İslam akınlarının kendisi ve ülkesi için de tehlikeler arzettiğini iyi değerlendiren Türk Hakanı, Fergana Türkleri ve Soğdlulardan oluşan ordusunun başına geçerek, III.Yezdicerd’le birlikte hareket etti.

Türk ordusu, Ahnef b. Kays komutasındaki İslam ordusuyla Merv önlerinde karşılaştıysa da , Ahnef b. Kays’ın sonuçtan endişe duyarak ordusunu müdafaada tutması ve bu sırada  Türk illeri için ortaya çıkan Çin tehlikesi dolayısıyla savaş olmamıştır. Böylece Müslüman Araplarla Türkler arasında doğrudan ilişkiler başlamış oldu.

Yöneticileriyle tebaasının büyük çoğunluğunu Müslüman Türklerin oluşturduğu Türk-İslam devletlerinin beklendiği 3 asırlık bu dönem, çok önemli bazı gelişmeleri barındırmaktadır. Nitekim bu devrede öncelikle bir kısım  Türkler ve mahalli Türk hükümdarlarının İslamiyet’i kabul ettiklerinde şahit oluruz. Ayrıca Müslüman Türk valilerinin kurdukları bazı yarı bağımsız devletler bulunmaktadır.

a- Emeviler Dönemi-Mücadele Safhası

Emeviler dönemi İslam ordularının Türk topraklarına sık sık akınlar yaptıkları bir devre olarak karşımıza çıkar. Bu sahada ilk planlı faaliyetler, 665’te Basra valiliğine tayin edilen Ziyad b. Ebih’in, kendisine bağlı Horasan valiliğine getirdiği Hakem b. Ömer el-Gıfari tarafından başlatıldı. Planlı fetih hareketleri sonunda Horasan ve Toharistan’ın büyük bölümü, Müslümanların eline geçmiş, bu bölgede Müslüman Arapların hakimiyeti sağlamlaşmıştı. Böylece yakın gelecekte Ceyhun nehrini aşmak kolaylaşıyordu.

İslam fetihlerinin Hulefa-i Raşidin döneminden sonraki en önemli dalgasını oluşturan Velid b. Abdülmelik döneminde, Kuteybe b. Müslim’in Horasan’a gelişinden sonra gerçekleşmiştir (Beykent, Buhara, Talakan, Semerkant, Şaş(Taşkent) ve Fergana). Bu arada Horasan’a gelen Yezid b. Muhalleb de Türk yurtlarına akınlar düzenliyor ve fetihleri yürütüyordu. Nitekim onun çok kanlı bir biçimde Dihistan, Taberistan ve Cürcan’ı fethettiğini görüyoruz. Kendisini takip eden dönemlerde de Müslüman Araplarla Türkler arasında silahlı mücadeleler devam etti.    Türgiş Hakanı Kur-sul’ü öldürtmesiyle Maveraünnehir’de Müslümanların üstünlüğü kesinleşecekti. Tabiatıyla bu devre, mücadele yanında mahalli Türk hakanlarının bir kısmının ve Türk aristokrat tabakasının kısmen İslamiyet’i kabul etmesi dolayısıyla da önemlidir.

Emeviler döneminde Müslüman Araplarla Türklerin doğrudan ilişkide bulundukları bir diğer bölge de Kafkaslar’dır. Bu bölgede Müslümanların başarılı olması, Azerbeycan ve Ermeniye valisi Mervan b. Muhammed’in Hazarların başkenti İtil’i kuşatarak, Hazar hakanının İslamiyet’i kabul mecburiyetinde kaldığı 737’deki seferde mümkün olmuştur.

 

 

b-Abbasiler Dönemi-Dostane İlişkiler

Abbasileri iktidara getiren harekette İranlılar ve Soğdlular yanında Türkler de önemli bir yer tutarlar. Emeviler döneminde Araplar, Türk bölgelerini çoğu defa yalnızca, ganimet kaynağı olarak düşünmüşler. Biraz da bu politika sonucu olarak Türklerle Araplar arasında mücadeleler devam etmişti. İlk Abbasi halifesi Ebu’l-Abba, çıkardığı bir emirname ile Müslüman olanlardan asla cizye alınmamasını isteyerek, adaletsizliği önlemeyi hedeflemişti. Böylece Türk-Arap ilişkileri yeni bir görünüm kazanmıştır. Bu yeni durumun ortaya çıkışında Talas Savaşı’nın da önemli bir yeri vardır.

3-Talas Meydan Savaşı (Temmuz 751)

Abbasiler iktidara geldiklerinde Batı Türkistan’da yeni bir askeri güç olan Çinlilerle karşılaştılar. Göktürkler Devleti yıkılmış (743), Türgişler de zayıflamış olduğundan ortada Çinlilere karşı durabilecek ciddi bir güç yoktu. Bu durum Çinlilerin bölge üzerindeki emellerinin uygulama zamanının geldiğini düşünmelerinde etkili olmuştu.

Çin İmparatoru’ndan yardım talebinde bulunan ilk Türk hükümdarı, 712’de Fergana’nın Müslümanlar tarafından istilası üzerinde, Kuça’ya sığınan ve Çin hakimiyetini kabul şartıyla eski makamına iadesini isteyen Fergana İhşidi’dir. Bu sırada Çin’de T’ang Hanedanı (618-906) İmparator Hiuan-tsang (713-755) bu isteklere önceleri olumlu cevap vererek harekete geçmeyen İmparator, Türgiş Hakanı Su-lu’nun 737’de öldürülmesi üzerine, nihayet beklenen zamanın geldiğini düşündü. Su-lu Kara Türgişlerin başında olduğu sürece Müslüman Arapların Maveraünnehir’deki hareketlerini büyük çapta kısıtladığı gibi, Çin üzerine de defalarca hücümlarda bulunmuştu. Onun ölmesiyle mensup olduğu Kara Türgişlerle, katili ve devletin başına geçmiş olan Kur-Sul’ün mensup olduğu Sarı Türgişler arasında mücadeleler başlamış, devletin güç kaybetmesi ve hızla çöküntü sürecine girmesiyle, bölgede ciddi bir otorite boşluğu ortaya çıkmıştır. Çinliler Batı Türkistan konusundaki emellerine ulaşmalarının zamanının geldiğini düşündüler. Bunun üzerine Çinliler 747’de büyük bir ordu ile batıya doğru harekete başladılar. Çinlilerin geçtikleri bölgelerdeki sert tutumları ve özellikle Taşkent Beyi Bagatur Tudun’u öldürmeleri, Türkleri bu defa da Çinlilere karşı Müslümanlardan yardım istemeye sevk etmiştir.

Çin ve Müslüman kuvvetleri 751 senesi Temmuzunda Talas şehri yakınında karşılaştılar. Beş gün devam eden savaş, muhtemel son günde, Göktürklerin bir boyu olan Karlukların Çin birliklerine arkadan taarruz etmeleri sonucunda Çinliler için büyük bir hezimetle son bulmuştur.

Talas Savaşı, umumiyetle değerlendirildiği gibi, sıradan bir meydan muharebesi değildir. Siyasi sebeplerle başlamış olan Talas Savaşı’nın siyasi olduğu gibi, onun kadar önemli olmak üzere ekonomik, sosyal ve kültürel bir takım sonuçları da ortaya çıkmıştır. Talas Savaşı’nın neticelerini şöyle sıralamak mümkündür:

1-Talas Savaşı’nda, Çinliler karşısında birleşmeleri, Türk-Arap ilişkilerinin geleceği açısından önemli bir dönüm noktasını oluşturacaktır. Bu tarihten itibaren Müslüman Araplarla Türkler arasında barış ve dostane ilişkiler dönemi başlayacaktır. Bunun sonucu ise, Türklerin tedricen İslam Devleti hizmetine girmeleri, Müslümanlığın kabulünün hızla artmasıdır.

2-Çinliler geleneksel politikalarının bir tezahürü olarak Batı Türkistan’a karşı önemli bir askeri harekata giriştilerse de, 751 Temmuzundaki Talas hezimeti, onların bu bölgeyle ilgili emellerinden ebediyen vazgeçmeleriyle sonuçlanmıştır.

3-Talas Savaşı’na tekaddüm eden yıllarda Batı Türkistan’da sarsılmış olan Türk nüfuzu, Çinlilerin yenilmesi ve meydanı boş bırakmalarıyla yeniden tesis edilmiştir.

4-Talas Savaşı’nın dünya kültür tarihinde de önemli bir yeri olmalıdır. Çünkü bu savaşla Çin, Batı ile münasebet kurmaya başlamıştır. Bu tarihe kadar sadece Çin’de keten ve kenevirden imal edilen kağıt, bu savaşta Müslümanların eline esir düşen Çinliler vasıtasıyla ilk defa Çin’in dışında bir yerde Semerkant’ta imal edilmiştir.

5-Talas Savaşı’nın İslam dünyasına kazandırdıklarından biri de daha sonra Avrupa’ya da geçecek olan yer değirmenleridir.

6-Uzakdoğu’da İslam ve Türk kültürü ilk defa Talas Savaşı sonrasında iyice hissedilmiştir. Talas Savaşı’ndan dört sene sonra, İmparator Su-tsung Arap ve Uygurlardan yardım istemişti. Bunun üzerine ilişkiler normalleşmiş, 4000 veya 10.000 kişilik bir Müslüman ordusu Çin’e gönderilmiştir. Gönderilen ordunun çoğunluğu Çin’de kalmış, tüccar ve devlet görevlisi olarak bu ülkede kendi dinlerini yaşamaya devam etmişler, İslam’a yeni müntesipler kazandırmışlardır.

7-Talas Savaşı’nın Çin’deki kültürel etkileri içerisinde, Arap ve İslam dünyasına ilginin artmasını ve İslamiyet konusunda ilk eserin bundan sonra yazılmış olmasını da hatırlamamız mümkündür. Talas da esir düşüp 12 yıl boyunca Kufe’de yaşayan Tu Huan isimli rahip, Chinh Hsing Chi başlıklı bir kitapla İslamiyet ve prensipleri konusunda doğru bilgiler verdiği bir kitap yazmıştır.

4-Talas Sonrası-Hizmet Safhası

Abbasiler döneminde Türk ülkelerinde Müslüman Arapların doğrudan fetihleri söz konusu değildir. Türk topraklarıyla her türlü ilişki, doğu bölgesinde ortaya çıkan devletler vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir. Bununla birlikte Türk ülkelerinin İslam coğrafyasına katılmasında en büyük etken, Türklerin İslamiyet’i kabulü ve böylece İslam ümmeti dairesine kendi istekleriyle girmeleridir. (İlk bağımsız Türk-İslam devleti: İdil(Volga) Bulgar Hanlığı)

Karahanlı, Gazneli ve Selçuklular birere İslam devleti olarak ortaya çıktıkları ve varlıklarını sürdürdükleri sürede, hem eski İslam topraklarından bazı bölgelere sahip olmuşlar, hem de çok geniş yeni bölgeleri İslam ülkesi haline getirmişlerdir. Bu dönemde Türk-Arap ilişkilerinin, Türk bölgelerinde olduğundan daha ziyade, bizzat İslam Devleti’nin merkezinde ve değişik yörelerinde cereyan etmiş olduğudur ki, bu ilişkileri ve dönemini Hizmet Safhası başlığı altında değerlendirmemiz mümkündür.

Türkler, önceleri az, daha sonra git gide sayıları ve ağırlıkları artmak üzere askeri alanda görev aldılar. Konuya bu açıdan bakıldığında, Türkler’in İslam Devleti’nde askeri hizmetlere çok daha önceden beri alınmakta olduklarını da ifade etmemiz gerekir.

Emeviler döneminde İslam Devleti’nin çeşitli kademelerinde görev alan Türkler’in çok da abartılmaması gerekir. Abbasiler dönemine gelince, bu devre, her şeyden önce, kendisinden öncesinden mahiyet itibarıyla farklıdır. Artık İslam Devleti’ne hizmette kişilerin kendi arzuları önemli yer tutar. Ayrıca sayı itibaryla da çok büyük artışlar söz konusudur.

Türklerin  Abbasi ordusuna alındıkları sırada köle olduklarını belirtmektedirler.

Hem Emeviler, hem de Abbasiler döneminde, İslam devletlerinde köle istihdamı geçerli bir husustu. Büyük şehirlerde köle ticareti ve bunların satıldıkları özel pazarlar bulunuyordu. (Türk köleleri: el-Etrak)

Türklerin Abbasi yönetim organizasyonu içerisinde, özellikle de ordu kademelerindeki hizmet ve etkinlikleri, zaman içerisinde artarak devam etmiştir. Bu hususun genişliğine incelenmesi faydalı olmakla birlikte, bizim sınırlarımızı aşacaktır. Burada bizim hedefimiz, Türklerle Müslüman Arapların, İran fethinin tamamlanmasıyla girdikleri doğrudan ilişkinin, Türklerin İslamiyet’i kabulüyle ilk Türk-İslam devletlerinin ortaya çıkışına kadarki üç asırlık çizgisini takip etmektedir.

Harun Reşid’in Muhafız Birliği’nin ise tamamıyla Türklerden oluştuğu nakledilmektedir.

Halime Me’mun’un hilafete geçişinde İranlı unsurların etkili olduğu bilinmektedir. Onun annesi de İranlı idi. Bu durum Me’mun’un İranlılara karşı hissi bir yakınlık kurmasına ve onları devlet kadrolarına yoğun biçimde yerleştirmesine neden oldu. Fakat bir süre sonra İran’lı unsurlardan rahatsızlık duymaya başlayan Halife bu defa da, İranlıların artan nüfuzlarını Türklerle dengelemeye karar verdi.

Mu’tasım’ın hilafete geçişinde ordudaki Türk unsurunun önemli rol oynadığı görülür. Onun döneminde Araplardan sonra İranlılar da devlet idaresindeki nüfuzlarını önemli ölçüde kaybetmişler, hilafet ordusuna Türkler tamamıyla hakim olmuşlardır.

892’de Mu’temid tarafından Samarra terkedilerek tekrar Bağdat’a dönülmesi, Türklerin devlet kademelerindeki nüfuzunu kırar gibi olduysa da, bu durum sürekli olmadı.

5-Türklerin İslam Dinini Kabulleri

İslamiyet’i kabul eden Türklerin devlet kuracak çokluklara ulaşabilmeleri için, üç asırlık bir zamanın geçmesi gerekmiştir. Burada karşımıza Müslüman Araplarla Türklerin ilişkilerinin yoğunluk ve mahiyetiyle paralellik arzeden bir durum çıkar.

Bir kısım araştırmacılar İslam’ın Türkler tarafından çok kısa zamanda, hiçbir mukavemet görmeksizin kabul edildiğini ifade etmektedirler. Onlara göre bu kolay kabulün arkasında yatan sebep, eski Türk inançlarıyla, İslam arasındaki yakınlıktır. Tabiatıyla böyle bir görüşe katılmamız mümkün değildir. Çünkü İslam Türkler arasında hızla yayılmadığı gibi, o günün şartlarında yayılması mümkün de değildir. Türklerin bir kısmı İslam’la muhatap olduğunda, diğer bazı Türk topluluklarının böyle bir dinden haberdar olmaları için , aradan uzun zaman dilimlerinin geçmesi gerekiyordu. Ayrıca inançlar arasındaki yakınlığın dinlerin değiştirilmesinde değil, ancak yeni kabul edilen dine kolay uyabilmede etkili olabileceği unutulmamalıdır.

Türklerin İslam’ı kabulü konusunda ortaya konan ikinci görüş ise, silah zoru meselesidir. Tabii olarak bu düşünce de konuyu izahtan uzaktır.

a-Emeviler Döneminde İslamlaşma

Emeviler döneminde orduda asker olarak görev yapan Türklere daha az ödeme yapılmaktaydı. Arap olmayan Müslümanlar, bu arada İslamiyet’i kabul etmiş Türkler. Mevali ismi altında idari, iktisadi ve sosyal bakımdan ikinci sınıf vatandaş uygulamasına tabii tutuluyorlardı. Tabiatıyla bu uygulamalar, Türklerin İslamiyet’i kabullerinde oldukça da yavaş davranmalarına neden oluyordu.

Hilafet hazinesinin en önemli gelir kaynakları arasında, savaşlarda elde edilen ganimetten intikal eden pay ile gayri müslim tebaadan alınan haraç ve cizye bulunmakta idi. Fakat bu topraklarda yaşayan gayr-i Müslimlerin Müslüman olmasında dolayı alınan vergilerin azalması karşısında Horasan valisi Eşres b. Abdullah es-Sülemi telaşlanmıştır. Eşres, Semerkant amiline ve o çevredeki vergi tahsildarlarına Daha önce kimlerden haraç topluyorlarsa, Müslüman olsun olmasın herkesten aynı miktarda haraç toplamalarını istemiştir. Tabiatıyla Müslüman olmanın Arap dindaşlarıyla kendilerine eşit şartlar temin edemediğini görmek; Türkler için yeni dine geçmeyi cazip kılmıyordu. İslam’ın ana prensiplerine taban tabana zıt olan bu uygulamalar İslamlaşmayı yavaşlatıyor, idareye karşı isyanlara neden oluyordu.

Emevi komutanlarının fethettikleri Türk bölgelerinde yer yer halka çok sert davrandıkları görülüyordu. Bu tutum da karşılığını isyanlar tarzında buluyordu.

Elbette Emeviler döneminde Müslüman Araplarla Türklerin ilişkileri tamamen bir olumsuzluklar resmi geçidinden ibaret değildir.

Ömer b. Abdülaziz gibi, shabe dönemi ihlasıyla İslam’ın yayılmasına çaba sarfedenler de olmuştur.

İslamiyet Türkler arasında öncelikle Maveraünnehir bölgesinde yayılmaya başlamıştır. Kuteybe b. Müslim’in bu bölgede, bir taraftan fetihler yaparak buralarda askeri hakimiyeti yerleştirirken, bir taraftan da İslam dininin yayılması için bazı çabalar sarf ettiğini görürüz(cami yaptırdı, hutbe okuttu, feth edilen yerlere Müslüman Arapları yerleştirdi).

Halife Süleyman döneminde Horasan valisi Yezid b. Muhalleb, Cürcan üzerine yürümüş ve burasını zaptetmişti. Bölgenin hükümdarı Sul-Tekin’i de esir eden İslam komutanı, onu adamlarıyla birlikte Müslüman olması dolayısıyla, kendi hizmetine almıştır.

Ömer İbn Abdülaziz’in hilafet dönemini, Maveraünnehir’in İslamlaşması açısından, kısa fakat nispeten olumlu bir devre olarak değerlendirmek gerekir. Bilindiği gibi Ömer b. Abdülaziz’in en büyük ideallerinden biri İslam dininin, Türkler arasında yayılmasıydı. Halife bunun için, Türkistan seferlerini durdurmuş, bölgeye yeni idareciler tayin etmiş, onların yumuşak bir yönetim kurmalarını temine çalışmıştır.

Hişam döneminde Halife’nin Türk Hakanı’nı İslam’a davet için büyük bir elçilik heyeti gönderdiği görülmektedir.

Sonuç olarak şunu belirtmek mümkündür. Emeviler döneminde İslamiyet Türkler arasında, öncelikle Müslümanların yönetimine geçen topraklarda yayılmıştır. Maveraünnehir’deki bazı bölge ve şehirleri ihtiva eden küçük devletlerin yöneticileri durumundaki bir kısım mahalli Türk hükümdarı İslamiyet’i kabul etmiştir.

b-Abbasiler Döneminde İslamlaşma

Emevilere tepki biçiminde ortaya çıkan Abbasi ihtilali muvaffak olduğunda, idaredeki olumsuzluklar, olabildiğince giderilmeye çalışıldı. Bunun sonucunda da, özellikle Türk-Arap ilişkileri düzeldi. Türkler arasında İslamiyet’in yayılması hızlandı.

İkinci halife Cafer el-Mansur “İlk defa Türkleri devlet hizmetinde vazifelendirmiş” biri olarak karşımıza çıkarken, öte taraftan da oğlu Mehdi’ye Mevaliye iyi davranmasını, onların isteklerine kulak vermesini, haklarını korumasını vasiyet eden bir halife olarak tanınır.

Me’mun Maveraünnehir’in tam olarak itaate alınmasından sonra, bölge valilerine Türkistan üzerine seferler yapılmasını emrediyor; valiler de Müslümanlığı kabul edenlere maaş bağlanacağını vadederek hükümdar ailelerini kazanmaya çalışıyorlardı. Me’mun da İslamiyet’i kabul edenleri taltif ediyor, ordu komutanları arasında çok sayıda Müslüman Türkleri yerleştirmişti. Halifelerin Türklere karşı olumlu yaklaşımlarının sonucu olarak artık Me’mun ve Mu’tasım dönemlerinde Maveraünnehir ahalisi büyük çoğunlukla İslamiyet’i kabul etmiş bulunuyordu.

Türkler tarafından İslam’ın kabulünde İslami ilimlerin okunduğu merkezlerin, özel adlarıyla Medreselerin de önemli rollerini dikkate almamız gerekir. Bilindiği gibi medreseler, Batı İran ve Bağdat’tan önce Merv, Belh, Nişabur yörelerinde kurulmuşlardır. Eldeki bilgiler X. yüzyılda yalnızca Horasan ve Maveraünnehir’de mevcut bulunan medreselerin, o bölgelerde ve daha ilerilerde İslamiyet’in yayılması için en güçlü bir vasıta rolünü oynadıklarını gösteriyor.

Türkler arasında İslamiyet’in tanınıp yayılmasında, Samanilerin ve daha önce Müslüman olmuş ırkdaşlarının silahlı mücadelelerinin de önemli yeri vardır.

Samaniler, fetihlerde elde ettikleri bölgelerde İslamiyet’i yayıyorlardı. Ayrıca onlar, bir kısım Türkleri kendi bölgelerinde iskan etmekteydiler. Türklerin arasında İslamiyet’in yayılmasında bu çalışmaların da katkıları olmalıdır.

İslamiyet’in Türkler arasında yayılmasında sufiliğin de önemli bir yeri vardır. Nitekim Karahanlı Devleti’nin İslami bir renge bürünmesiyle sonuçlanan Satuk Buğra Han’ın Müslüman olması da böyle bir gelişmenin sonucudur.

Türklerin İslamiyet’i din olarak seçmeleri sürecini şu şekilde özetleyebilir. Türkler Emevi hilafeti döneminde, bir kısım Türk ülkelerinin fethi sonrasında İslam’ı tanımışlar, yavaş da olsa bu dini kabul etmeye başlamışlardır. Türkleri İslamiyet’i yakından tanımalarıyla IX. Yüzyıl ortalarından itibaren Müslümanlığın kabulü artmış, nihayet X. yüzyılın ilk yarısından itibaren halkı ve yöneticileri Türk olan ilk İslam-Türk devletleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Sırasıyla Önce İdil(Volga) Bulgar Hanlığı(922), Karahanlılar(945), Gazneliler(963), Selçuklular(1040) ve Harizmşahlar(1097) gibi Türk-İslam devletlerinin tarih sahnesine çıktıklarına şahit oluruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder